Ali Saydam
Ben her kadından 6 çocuk bekliyorum
CHP ile MHP’liler kendilerini Silahlı Kuvvetler konusunda öyle bir duruma soktular ki aşağı tükürseler sakal, yukarı tükürseler bıyık... Sayın Başbakan da bu durumdan istifade muhalefeti köşeye sıkıştırmış, kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor. Siyasi iletişim açısından Sayın Başbakan’ın ‘Ben de siyaset elbisesini çıkarırım’ açıklamasından dolayı tebrik etmek üzere heveslenmiş ve tam da olumlu bir şeyler yazmaya hazırlanmıştım ki bir anda hevesim kursağımda kalıverdi.
Sayın Başbakan Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle tarihimize altın harflerle yazılacak bir vecize daha istihsal etmiş. Demiş ki:
“En az 3 çocuk doğurun. Benim 4 tane var, memnunum. Hepsi bereketiyle geldi!”
Bu vecizenin başında da bir tespit var: “Türk milletinin kökünü kazımak istiyorlar!”...
Bu tespitin kaynaklandığı maddi kanıtlar nedir, merak ettim doğrusu. Avrupa’nın pek çok ülkesinde nüfus artışı ekside. Yani azalıyorlar... Ama ben şimdiye kadar adamlardan birinin kalkıp, “İsviçrelilerin -ya da Almanların vs.- kökünü kazımak istiyorlar!” diye bir açıklama yaptığına tanık olmadım. Siz oldunuz mu?
Öte yandan 21 yıl önce başlattığı çalışmaları başarıyla sürdüren Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Vakfı’nın kurucusu Vehbi Koç’un kemikleri mezarda sızım sızım sızlıyordur...
Öyle ya neden üç çocuk? Altı değil?... Ya da neden çoğalma? Hangi matematikle açıklayacağız çoğalma stratejimizi? Alt yapımız, sağlık, eğitim, güvenlik, bayındırlık sistemlerimiz çoğalma stratejisine göre mi tasarlanmış vaziyette?
Küresel ısınma ve iklim değişikliğinin etkilediği içme suyu ve gıda maddeleri alanında şimdiden başlamış olan daralma ve kriz acaba bizim ülkemiz için hiç geçerli değil mi? Ya da canlılığın büyük tehdit altında olduğunu ve birkaç yıl içinde ciddi sorunlarla karşılaşacağımızı iddia eden başta Al Gore olmak üzere bütün bilim adamları ve son raporu ile büyük şok yaratan Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) acaba sadece şeamet tellallığı yapmakta ve Türkiye’nin dibini mi oymak istemekteler?
Ben Başbakan’ın sözünü dinlerim. Üç diyorsa üç... Bende üç tane var. Eşim ısrar ederse Başbakanımın peşinden gider, dördü de bulurum... Nasılsa bereketleriyle geliyorlarmış... Bilim milim neymiş... Yürüyün arkadaşlar!.. Devam!..
Biraz empati, bir dirhem anlayış lütfen!..
Bugün size bir meslektaşımın bana yazdıklarını, noktasına virgülüne dahi dokunmadan aktaracağım.
Kendisi yüksek lisans öğrencisiymiş. İletişim alanında hayli bilgisi var yani; ilişki yönetimi, empati ne demektir, bir miktar biliyor olmalı...
Benzeri pek çok e-posta alırım. Her seferinde de ayrıntılı yanıt vermeye çalışırım. Ama artık sıkılmaya başladım. Adını ‘şimdilik’ yayınlamayacağım ‘meslektaşım’ bakın bana ne demiş:
“Ben bir yüksek lisans öğrenceyim, ve tez konusu olarak “reklamda mizah uygulamalarını” inceleyeceğim. sizden bu konuda yardım talep ediyorum; fikirleriniz, önerileriniz her şey olabilir. bu konuda bana geri dönmeniz beni çok mutlu edicektir. şimdiden herşey için çok teşekkür ederim.”
Pek çok hatadan vazgeçtim. ‘öğrenceyim’ değil, ‘öğrencisiyim’ olacak; ‘ve’den önce virgül konmayacak; cümle sonundaki noktadan sonra cümle küçük başlamayacak; ‘edicektir’ olmaz ‘edecektir’ olacak; ‘her şey’ sadece bir kere değil her defasında ayrı yazılacak; mektubun sonuna bir selam sözü konulacak...
Evet, 240 vuruşta yapılmış bunca hatayı göz ardı edebilirim; ama ilk kez mektup yazdığınız, sizden yaşça büyük birinden böyle bir yardımı nasıl ‘talep’ edebilirsiniz?.. Onu kabullenmek zoruma gidiyor işte...
Halkımız, aralarındaki anlam farklarıyla artan şiddeti simgeleyen şu kavramları tefrik etmekte (ayırt etmekte) zorlanır: arz etmek - istirham etmek - dilemek - rica etmek - arzu etmek - istemek - talep etmek - emretmek...
Şimdi; bana yazan pek çok genç gibi bu arkadaşımız da ne yapıyor? Benden yardım ‘talep’ ediyor. Sözünü ettiği yardımı kendisine layıkıyla verebilmek için benim kaç saat çalışmam, ön hazırlık yapmam gerek? En az 10 gün, ya da iyimser bir ifadeyle 2-3 hafta...
..Benim ne iş yaptığıma bakmış mıdır bu genç arkadaşımız sizce? Hiç sanmıyorum. Oysa Google’a şöyle bir göz atsa görecek ki, kafamı kaşıyacak vaktim yok. Hiç olmazsa merhamete gelecek, bir e-posta atıp keyfini çatmak yerine, ders saatlerimi öğrenip bir zahmet İstanbul Üniversitesi ve/veya Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakülteleri’nde girdiğim derslere uğrayacak. Aralarda beni çevirip ne soracaksa soracak.
Hayır!.. Kardeş göndermiş e-postayı, ‘talep’ ediyor... Sonra da bize bozulacak: “Burnu büyük ukala, iki soru sorduk; bir araba dolusu nasihat aldık!..”
Uzun boylu ‘söylenmemin nedeni’ sadece sayıları giderek artan bu ‘sosyal şımarık’ talep sahiplerinin ‘emirleri’nden bunalmış olmam değil sadece... Çemkirmem, insanların çarpık kent yaşamında ‘empati kurmak’, karşılarındakileri anlamak gibi hasletlerden giderek yoksunlaşmalarına...
En münasebetsiz yer ve zamanda cep telefonum çalar... “Ben şuyum; şunun vasıtasıyla arıyorum. Size bir şey danışacağım. Bir randevu verebilir misiniz?” Haftada aldığım bu tip çağrı sayısı 15’in altına düşmez... “Danışmanlık ne ki?.. Çene çalmaca... Az biraz biz de danışalım ne olmuş?..”
Herhangi bir otomobil satıcısı arkadaşlarına gidip “Bana şuradan bir araba sar, ama ücret de alma” diyorlar mı? Ya da herhangi bir ürün pazarlayan bir arkadaştan ücretsiz ürün almak akıllarına geliyor mu? Hayır gelmiyor, değil mi?
Peki benden ‘zaman’ı ücretsiz almak niye geliyor arkadaşların aklına? Ben de zamanımı satarak geçiniyorum... Bu sadece benim değil, ‘hizmet’ gibi soyut şeyler satan her uzmanın ortak derdi... Uzmanlığına saygı duyulmaması. Burada yazdığım her yazının arkasında gizli bir amaç bulmaya çalışan, işi gücü bırakıp, “Bu, şimdi bu yazıyla kendisine hangi danışmanlık işini ayarlamaya çalışıyor?” diye öküz altında buzağı arayan ve bu şekilde hem benim uzmanlığımı küçümseyen, hem de burada yazdığım iki yazıdan etkilenerek bana iş vereceklerini düşündükleri kuruluşları ‘salak yerine koyan’ ve onları rencide eden e-şerefsizlerin (internette yerini yurdunu gizleyerek ona buna saldıran, kompleks kumkumalarının) hiçbir şeye saygı duymamaları gibi...
Onsuz bir sinema dünyası düşünemiyorum!
Sevgili dostum Atilla Dorsay’ın dün Sabah’ın Cumartesi ilavesine yazdığı sinema eleştirisine bayıldım.
Dorsay ‘İhtiyarlara Yer Yok’ adlı filmden bahisle, yazının bir yerinde filmin senaryosunun dayandığı kitaba sözü getiriyor ve diyor ki: “Cormac McCarthy’nin (şu günlerde bizde de çıkan) kitabını okumadım, olasılıkla okuma fırsatım da olmayacak. Ama filmi izlerken, kitabın edebiyat tarihinde suç ve suçluluk kavramı ve buna koşut olarak insanoğlundaki kötülük üzerine yazılmış en güçlü eserlerden biri olduğu düşünülebilir: Biraz da Dostoyevski’yi hatırlatır biçimde...”
Nasıl ama? Muhteşem değil mi?.. Kitabı okumadan, senaryo ile kitabın arasında bağlantı kurabilmek her babayiğidin harcı değildir.
İlahi Atilla Dorsay. Allah seni bizim başımızdan eksik etmesin...
Ali Saydam
Yapı Kredi hangi kaleye gol attı?
Dünkü gazetelerde yer alan diğer bir ilginç kriz iletişimi yönetimi örneği ise Yapı Kredi'nin verdiği reklamdı. Önce olayı hatırlayalım. Koç Bank'la birleşen Yapı Kredi başta müşteri bilgileri olmak üzere iki bankanın pek çok verisini ortak bir sistemde toplamak için bayram tatilini fırsat bilmiş. Hummalı bir çalışma yürütmelerine rağmen, bayram ertesi yaşanan yoğunluk, hizmette aksamalara neden olmuş... 'Kısa zamanda bunları da gidereceğiz' denen açıklamada müşterilerden tam sayfa bir ilanla özür dilenmiş...
Bu gibi durumlarda tepki vermeden önce ilk yapılması gereken şey, şu iki sorunun yanıtı bulmaktır: 1. Ortada bir şikayet mi var, yoksa kriz mi? 2. Hasar ne kadar? Tepki bu iki sorunun yanıtına göre verilir. Eğer analiz doğru yapılmazsa, verilen tepki durduk yerde olmayan bir krizi bile yaratabilir... Bu ilan sonrası iş dünyasından yöneticilere görüşlerini sordum. İkiye bölünmüşlerdi: Bazıları diyordu ki: 'Çok doğru yaptılar. Hem kendi müşterilerine hem de onun dışındakilere pozitif bir mesaj verdiler. Güven ve itibar artırdılar.' Bazıları da şu görüşteydi: 'Sadece kendi müşterilerine ulaşmalıydılar. Durduk yerde herkesin duyacağı şekilde 'Krizim var' diye bağırmanın alemi yoktu. Krizlerinden herkesi haberdar ettiler' İkisi de yabana atılacak görüşler değil...
Peki benim görüşüm ne? Ben bu gibi durumlarda tahminle, tasavvurla hareket edilmesine karşıyım. Tek yolu var: Ölçeceksin!.. Bakacaksın, durum ne? HBB durumundan (Her şeyi Ben Bilirim) kurtaracaksın kendini. Birinci ve ikinci sorunun yanıtını kısa zamanlı ölçümlemelerle alacak ona göre strateji kuracaksın. Sonra da uygulamaya geçeceksin... Bunu Türkiye'de yapan var mı? Az da olsa var. Eğer Yapı Kredi de o azınlıktansa, helal olsun... Sorun yok. Golünü atmıştır... Değilse, ciddi risk aldı demektir. Dakika bir kendi kalesine gol bir, diye de anlaşılabilir...
Katılımlı model daha doğru
Leonardo da Vinci, iki boyutlu olarak kağıt üstünde tasarlamış... Aradan yüzlerce yıl geçmiş. Birileri, 'Neden olmasın?' diye sormuş. Oturup Leonardo Da Vinci'nin tasarladığı aletleri, yine onun tasarladığı dönemin malzemelerini kullanarak tahta, ip ve zamkla bire bir imal etmişler. Bu 40 eser şimdi bir başka 'Neden olmasın?' sorusunu sormuş olanların hayata geçirdikleri Rahmi M. Koç Müzesi'nde sergileniyor...
Millet kokudan ve pislikten oralardan geçmemek için yolunu değiştirirken, 'Neden olmasın?' diye soran Koç Topluluğu Haliç'e ve Sütlüce'ye yatırım yapmıştı. Arçelik, Atılım Pazarlama oradaydılar. Arçelik Genel Müdürlüğü hala orada. Hem de yeni onarılmış pırıl pırıl binasında. Daha sonra Türkiye'nin sayılı müzeleri arasına giren Rahmi M. Koç Müzesi; hemen önünde Cafe Levanten... Kıyıya inilmesi, Müzenin daha geniş bir alana yayılması ve Halat Restoran'ın devreye girmesi hiç de uzun sürmemiş...
İşte Çarşamba akşamı o müzenin görkemli mekanlarında 'Leonardo; Evrensel Deha' (The Genius of Leonardo) sergisinin açılışı vardı. Eserleri anlatmak zor. Gidip görmek lazım. Hele genç aile fertlerini de yanınıza alıp ardından Halat Restoran'da ya da Cafe Levanten'de yorgunluk attınız mı tadından geçilmez...
Bu arada etkinliğin sponsorları da hayli ilginç. Arçelik ana sponsor. Bunu anlamak mümkün. Arçelik'in tasarım ve inovasyon kavramıyla yan yana gelmek istemesi doğal. Diğer sponsorları alta alta yazınca, Müze'nin başarı hanesine yazılacak ilginç bir girişimcilik olayı ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Büyükşehir ve Beyoğlu Belediyelerinin yanına Sabah, Show Plus ve Digiturk'ü koyun, bunların yanına The History Channel'i, TOGEV'i, Terra Kayra Şaraplarını ve IDO'yu ekleyin; bir de şu anda hatırlayamadığım diğer sponsorları da katın... Helal olsun demek geliyor insanın içinden. Koskoca Koç elbette bu sergiyi tek başına finanse edecek güce sahipti. Bence böyle katılımlı bir model seçmesi çok hayırlı olmuş... Ayrıntılı bilgiyi şu adresten alabilirsiniz: http://www.the-genius-of-leonardo.com
Kriz, doğrularla çözülür
Dün gazetelerde iş dünyasından örnek alınacak ve mutlaka iletişim analizi yapılması gereken iki olay vardı. Biri Sabancı Holding Gıda ve Perakendecilik Grup Başkanı Haluk Dinçer'in yaptığı basın toplantısı ve açıklamalarıydı.
Bana sorarsanız Dinçer'in basın toplantısının ana hedefi, bisküvi (Piyale) ve beyaz et işinden (Ömür) çıkacaklarını, yani bu şirketleri satacaklarını lisanı münasiple açıklamaktı. Dedikoduyla, kontrolsüz bir şekilde duyulmasındansa, iletişimi kendileri yönetmek istemişler belli ki...
Öte yandan bu bilgileri tek başına, kuru bir bültenle verselerdi, durduk yerde kendi krizlerini kendileri yaratabilirlerdi. Oysa nereden baksanız bakın başarısızlıkmış gibi algılanabilecek haber, öyle bir paketlenmiş, başta Carrefour, Gima, TeknoSA olmak üzere öyle ciddi başarı öyküleri arasına serpiştirilmişti ki, basın toplantısının tümünün ardından kalan iletişim tortusu son derece pozitifti. Genelde şirketler olumsuz bir şey söylememek için iletişimden tamamen kaçarlar; yorganı kafaya çekip uyuma sendromuna girerler. O zaman da başlarına iş alırlar. Oysa, doğrusu konuşmaktır. Doğruları konuşmak... Olumsuzları olumlularla birlikte, gerçekçi bir biçimde vermek her zaman daha iyi sonuç verir.
IBM'in şoföründen eğitim almak ister misiniz?
Hasbelkader Zorlu Grubu'nun çalışanları için çıkardığı dergiye yazı yazarım. Gelecek sayıya yazacaklarımı gözden geçirirken, arkadaşlar bir süre önce düzenlenmiş olan basın toplantısında Zorlu Holding Bilgi Teknolojileri Direktörü Hamza Cihan Sarı'nın anlattığı ilginç bir olaydan söz ettiler. Son zamanlarda 'çalışan markası' (employee brand) konusunda duyduğum en ilginç örneklerden biriydi. Hemen anlatalım, sonra yorumlarız... Zorlu Grubu BT altyapısı konusunda dış kaynak kullanım anlaşmasını, çetin bir ihale sürecinden sonra IBM ile yapmaya karar vermiş. Bu, alanında Türkiye'nin en büyük anlaşması imiş ve IBM için de büyük bir başarıymış. Cihan Sarı, bu anlaşmanın kamuoyuna duyurulması amacıyla gerçekleştirilen toplantıda IBM'in şoföründen nasıl etkilendiğini anlatmış: 'Elbette IBM'i seçmemizde uluslararası ismi, bu alandaki geçmiş başarıları, bize sunduğu teklif gibi birçok faktör etkili oldu, ama ihaleyle ilgili başvuruların sonuçlanmasına çok kısa bir süre kala teklif dosyasını bize ulaştıran IBM şoförünün 'geç kalmadık değil mi, teklifimizi değerlendireceksiniz değil mi, bu iş bizim için çok önemli' demesini de hiç aklımızdan çıkarmadık' ...
İşte çalışan markası budur. Bu yazıyı okuyanlar şimdi dönüp kendilerine sormalılar: 'Çalıştığım şirkette durum nedir? En alttaki eleman kurumsal markaya ne kadar sahip çıkar. Bu sahiplenme nasıl sağlanır?' Eğer tatmin edici yanıtlar alamıyorsanız, IBM'in şoförünü eğitime çağırmanızda yarar olabilir...
Ali Saydam
Etin Şalvarlı’sı olur mu? İstenirse olur!
İstanbul’da havaalanından şehre doğru sahil yolu üzerinden gelirken gözüme ikide bir takılır... Her defasında şaşırır kalırım... “Bir et ürünleri markası oluşturacağız. Uygun bir isim arıyoruz. Bunun için önce bir ayıklama yapacağız. En uygun olmayacak isimleri belirleyeceğiz. Sizce en uygun olmayan isim aşağıdakilerden hangisi?” diye sorsalar ve 15-20 tane şık verselerdi. Hiç tereddütsüz, gözüm kapalı ‘şalvarlı’yı işaretlerdim.
Akıl alır gibi değil. Düşünebiliyor musunuz? “Şalvarlı Et!”...
Bir de ‘şalvarsız’ı varmış; bu, ‘şalvarlısı’...
Dün Şalvarlı’dan bir e-posta geldi. Daha doğrusu Şalvarlı’nın reklam ajansı Yedincioda’dan. E. Aytül Özdemir bir basın bülteni göndermiş. Hayli uzun. Girişinde diyor ki:
“Türkiye’de ‘Et Market’ konseptinin öncüsü Şalvarlı Et, dokuzuncu şubesini 7 Mart 2008 Cuma günü Mimaroba AY Merkez’de açıyor.
Aile şirketi olan Şalvarlı Et, 79 yıldır et sektöründe hizmet veriyor. Temelleri Mehmet Göktaş tarafından 1929 yılında Gaziantep’in Nizip ilçesinde atılan şirketin başında bugün üçüncü kuşak temsilcisi olarak Abuzer Göktaş bulunuyor.”
Bülten böyle devam ediyor. Çok ilginç. 7 Mart’taki etkinliğin daveti 6 Mart’ta saat 17.24’te posta kutuma düşmüş ben de posta kutumu 7 Mart’ta iş işten geçtikten sonra açmış olmasam, vallahi kalkıp gideceğim...
Şalvarlı, tam da benim teorimi doğruluyor. Olması gerektiği şekilde iletişim yaparsan, markanın ne adının belirleyici bir özelliği kalır ne de ambleminin, logosunun!.. Uzmanlar, dünyanın en kıymetli markası Coca-Cola’nın ne adını ‘beğenirler’ ne de amblem ve logosunun grafik çözümlemesini...
Göktaş ailesi belli ki işlerini seviyorlar. Bunu sahil yolundaki mağazalarına dışarıdan baktığınızda bile anlıyorsunuz... Şalvar’a rağmen başarılarını sürdürüyorlar... Şalvarlı bir gün dünya markası haline gelirse hiç şaşmam...
Bir ‘arama’ daha gerekebilir
Diyelim ki bir reklam ajansına şöyle bir brief vereceksiniz: “Kardeşim bizim iş hedefimiz Türkiye’yi turizm gelirinde dünyada ilk 5’e sokmak. Üstelik 2023 yılında 50 milyon turist, 50 milyar dolar gelir, 1 milyon 250 yatak, 5 milyon istihdam, 40 marina da hedefliyoruz. Bunları yaparken de yerel davranmayacağız, ancak yerel kimliğimizi koruyacağız.
Reklam ajansı ilk olarak ne yapar? Bu iş hedefine ulaştıracak bir iletişim hedefi belirler. Bu iletişim hedefine uygun bir konsept/içerik/strateji/taktik çalışması yapar. Ardından kampanyanın çatısı oluşturulup, nasıl yol alınacağı da belirlendikten sonra kampanyada ne tür mesajlara yer verilmesi gerektiğine bakılır. En sonunda gerekiyorsa bu mesajları yansıtacak bir ‘slogan’ bulunur.
Bu yolu birileri ‘kısaltmak’ istemiş olmalı. Geçenlerde gazetelerde Antalya’da düzenlenen bir ‘arama toplantısı’na dair haber vardı. Akil adamlar Türkiye turizmini pazarlayacak bir slogan bulmuşlar.
Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin düzenlediği, konuyla ilgili çok değerli sektör temsilcilerinin katıldığı ve iyi niyetinden şüphe etmediğim bu toplantının gerçek amacı ve çıkan sonuçlarıyla ilgili en ufak bir itirazım olamaz. Ancak “8 yıl aradan sonra ikinci kez Turizm Arama Konferansı’nda bir araya geldik, sektörün geleceğini masaya yatırıp, iş hedeflerini belirledikten sonra hazır herkes buradayken bir de slogan bulalım” diyerek slogan bulunmaz. Kimse kızmasın ama bulunsa da işe yaramaz. Arama toplantısında ortak akıl aranır; taktik ya da slogan değil!
Üstelik ‘Türkiye’de ne ararsanız var. Kış turizmi var, termal turizm, sağlık turizmi, golf turizmi var’ anlayışından yola çıkıp, toplantıda bulunan ‘Her şey burada’ sloganıyla Türk turizmini pazarlamaya çalışacaksak; bu hedefleri yakın tarihte gözden geçirecek bir ‘arama toplantısı’ daha yapmak gerekebilir.
Bırakın, işin uzmanları hedefinize uygun çalışsınlar. Bakarsınız aynı anlama gelecek daha iyi şeyler çıkarabilirler...
Pozitif ayrımcılığa karşıyım
Bugün Dünya Kadınlar Günü. Bu ‘dünya günleri’ne bayılıyorum... ‘Dünya XYZ günü’ dendi mi akla ilk gelen ne? XYZ’nin korunmaya muhtaç olduğu... XYZ canlı bir varlık da olabilir, cansız bir varlık da... Ama korunmaya muhtaçtır... Aslolan ‘korunmaktır’ burada.
O halde şu soruyu sormamız gerekiyor: Kadınlar korunmaya muhtaç mıdır?...
Söz konusu ‘çocuklar’ olsa; hiçbir itirazım olamaz. Çünkü çocuklar gerçekten de korunmaya muhtaçtır... Alfred Adler ‘Aşağılık Kompleksi’ni anlatırken, ‘İnsan olmak aşağılık olmaktır’ der (Mensch sein ist minderwertig sein)... Bir de şunu hatırlatır: Doğada tek başına var olması mümkün olmayan yaratıkların başında insan gelir! İnsanın yavrusu, hayvan ve bitki âleminin tersine zayıftır ve başkalarının desteğine muhtaçtır...
Aynı şeyi kadınlar için söylemek ise bana hayli onur kırıcı geliyor... Ben ‘pozitif ayrımcılık’ denen eciş bücüş anlayışı da anlamıyorum. Kadınları seviyorum ve onların korunmaya değil, sevilmeye ihtiyaçları olduğunu düşünüyorum; tüm insanlar gibi...
Ali Saydam
Önce ülkenin bağımsızlığını anlatın
Kolay değil... ABD’yi ‘sevmeme’ oranı yüzde seksenlere dayanmış bir ülkede, ABD’nin ‘onayı’ ile başlamış bir hareketin, ABD’nin bilgi ve onayı olmadan yön değiştirebileceğine halkı inandırmak zordur.
İnsanın beynindeki filtre çok zor değişir. Buna ‘algıda seçicilik’ diyorlar. Sayın Genelkurmay Başkanı’nı çileden çıkaran ve Silahlı Kuvvetler’in geri çekilme kararında ABD’nin etkisinin olmadığını kanıtlamak adına en şerefli ‘şey’inden, üniformasından vazgeçmeyi bile göze aldıran parametre budur.
‘Algıda seçicilik’ hepimizin bildiği ‘önyargı’nın bilim dilindeki karşılığıdır. Önyargıyı ortadan kaldırmanın tek yolu ise adam gibi, şeffaf ve açık iletişim yapmaktan geçer.
Bu yol, ne yazık ki “usulü veçhile amel edilerek” geçilmemiştir. Hedef kitlenin kafasında müphemiyet yaratmak, iletişim açısından intihara eşdeğerdir. Ülkenin bağımsızlığını yeterince anlatamazsanız, ‘harekât’ın bağımsızlığını anlatmakta zorlanabilirsiniz.
Sayın Genelkurmay Başkanı değil, Sayın Genelkurmay Başkanı’nı bu tür açıklamalar yapmaya zorlayanlar utanmalıdır...
Önyargı ve ‘algıda seçicilik’ meselesini en iyi anlatan o güzelim fıkrayı sizlerle paylaşmazsam içim rahat etmeyecek:
“Ülkenin birinde tıp fakültesinde önemli bir sınav var. Sıra, hal ve tavrından hayli muhafazakâr olduğu anlaşılan bir bayan öğrenciye gelmiş. Kız üç hocadan oluşan jürinin karşısına oturmuş.
Hocalardan biri kurşun sıkar gibi sormuş: ‘İnsanın, heyecan anında kendisinin 7 katı büyüyen organı hangisidir?’
Kız kızarmış, bozarmış. Sus pus olmuş. Sonunda önüne bakarak, belli belirsiz konuşmuş: ‘Cevap veremeyeceğim hocam!’
Hocanın cevabı sanki hazırmış: ‘Bak kızım sana üç şey söyleyebilirim. 1- Sınıfta kaldın, 2- Çok kötü niyetlisin, 3- Evlendiğin zaman büyük düş kırıklığına uğrayacaksın! Ha, doğru cevabı merak ediyorsan, söyleyeyim: İnsanın gözünün irisi!”
Bu zirveye ‘çıkmak’ gerek
İŞİN içinde ben de olduğum için söylemiyorum. Yarın yapılacak AMPD 2008 Perakende Zirvesi konferans ve oturumları gerçekten çok ilgi çekici... Perakende Günleri’ni de düzenleyen Soysal Danışmanlık, bu etkinliğin de yönetimini üstlenmiş. Hasbelkader iki oturumun yöneticiliği (moderatörlük) görevini bana vermişler.
İki oturum da birbirinden ilginç... İlk oturumun adı: Ezici Rekabet Nereye Kadar?. Elektronik eşya perakendesindeki fiyat kırma çılgınlığı üzerine tartışacağız. Üç tane konuğum olacak. Üçü de birbirinden başarılı. Kendi alanlarında üçü de aslan vurmuş: Nedim Esgin (Darty Yönetim Kurulu Başkanı), Mustafa Altındağ (Media Saturn İstanbul COO’su), Prof. Dr. Vedat Akgiray (Bimeks Yönetim Kurulu Başkanı).
‘Çıkış Yolu Nerede?’ adlı ikinci oturumda ise sektörün bütünüyle tartışılmış olan sorunlarının çözüm yolları üzerine konuşacağız. Katılımcılar şöyle: Cem Boyner (Boyner Holding Murahhas Üyesi), Hakan Kodal (Krea Gayrimenkul İcra Kurulu Başkanı), Akın Öngör (Doğal Hayatı Koruma Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı)
Hepsi kendi alanlarında birer bilge kişi, ‘racon kesme’ kabiliyetine erişmiş başarılı işadamları.
Aslında sadece bu iki oturum için bile orada olmaya değer...
Bu megalomanik tespitten sonra gelin öğleden önce de neler olduğuna bakalım. AMPD Başkanı (Alışveriş Merkezleri ve Perakendeciler Derneği) Nuşin Oral hanımın perakendenin bugünü ve yarınını analiz edeceği açılış konuşmasından sonra Bahçeşehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan dünyaya ve Türkiye’ye şöyle bir ‘bakacak’.
Arkasından tabii ki iki star geliyor. Kapış kapış giden Mavi Okyanus Stratejisi kitabının yazarı, INSEAD Fransa’nın yönetim ve strateji profesörü Renee Mauborgne ve Galeries Lafayette’in İcra Kurulu Başkanı Philippe Houze.
Soysal Danışmanlık’tan bildirdiklerine göre biletler bir hafta öncesinden tükenmiş. Yani bu yazımızın reklam değeri falan yok!
Perakende sektörünün bir çalışanı olsam kendimi geliştirmek, dünya ve ülke meseleleri ile haşır neşir olmak adına Soysal Danışmanlık ve AMPD’ye derhal baskı yaparım: Bu zirvenin ya DVD’sini çıkarsın, ya kitabını!